fbpx

Nasıl Yazıyorlar: Fakir Baykurt

ROMANCININ ÇALIŞMASI 

    Günlük yazmak, Batı’dan özellikle Fransa’dan gelenek. Bir tür olarak roman gelmiş de, günlük tam gelmemiş. Oldum bittim benim de ilgimi çekmedi. Adam her gün, dinsel bir görev yapar gibi defterini açıp döşeniyor. Her halde bir yazı toplumu değiliz daha. Bunlarla nereye varılacağına, ilerde bunlardan ne yararlar çıkarılacağına akıl erdiremiyoruz pek… Yararı bir yana, sakıncaları ürkütüyor önce. Günde olmazsa gün aşırı duyulan bir olasılık; bir ekip gelebilir, kapı, pencere, sokak tutulabilir. Yatılı okulda müdür yardımcısına söz anlatmaktan zordur polise ya da savcıya bu özel notların özelliğini anlatmak… Başka bir yanı; gittikçe atılmaz olan o defteri ne yapacaklarını bilemezsin öldükten sonra. Karalama yapmadan, birkaç sefer elden geçirmeden tek yazı yayımlamamış yazara ne büyük kötülüktür o çalakalem notları yayımlamak! Romancı günlüğü yazmak yerine roman yazmak daha iyi değil mi?

Günlük tutmanın yararını savunanlar, günlükten, bir romancının nasıl çalıştığını, bir romanın nasıl oluştuğunu öğrenebileceğimizi söylerler. Günlükler bunu gerçekten veriyorsa, pek yüksek bir sonuçtur bu. Sadece okurlar değil, yazarlar da merak eder bunları. Bunca roman yazdım, şunca da yayımladım; ne bir romancının çalışmasını, ne de bir romanın nasıl yazıldığını kolayca anlatabilirim. Karşılaştığım yaşlı ya da yaşıtım yazarlara sorar dururum; uzun uzun anlatır kimi; anladığım, yoktur bunun bir kuralı, ortak yolu, hatta yöntemi. Yazarsan yazılır, yakıştırabilirsen roman olur; bu derece yalın ya da karmaşık bir şey.

Bir telin, ya da telsizin iki ucundan birinde yazar, birinde okur(lar); bir iletişimdir bu iş. Hangi dalga boyundan konuştuğunuz önemli. Okurunuzun, okurlarınızın bulunduğu dalga boyunu tutturabilmişseniz okunursunuz, anlaşılır, sevilirsiniz. Başarısızlıklarla başarılar yan yana, iç içedir. dünyanın en güzel romanlarından kimi, uzun süreler okur bulamamış, çok okur bulan nice romanlar da, gelip geçen sevi yalımları gibi birkaç yıl bazı yürekleri kavurduktan sonra geçip gitmiştir. Konya’da askerken bir otel odasında Yılanların Öcü’nün daktilo düzeltmelerini yapıyordum. Bir uyku bastırdı beni. “Yazarını uyutan roman okurunu kim bilir ne yapar!” diye tasaya düştüm; anımsar dururum. Kuralı olmadığı gibi, ayarı, miyarı da yoktur, sanımca.

Tanımı var mı acaba? Ama doğru dürüst tanımı! Yıllarca, orta, lise, Türk Dili ve Edebiyatı okuduk, okuttuk okullarda. Batı edebiyatı falan da öğrendik, öğrettik. Bakanlıktan onaylı kitaplara bakarak, “Olmuş ya olması mümkün olayların genişçe anlatılması…” diye geçtik hep. Neresi doğru bunun? Hiç olay içermeyen romanlar da yazılabiliyor. Olay anlatsa bile, kişi, düşünce, eğilim, yer gibi başka “öğe”ler de içeriyor. Sonra “anlatılması” de demek? Yansıtılması mı? Onu bir “ayna”ya benzeten yazarlar olmuştur. Ama sanat sadece bir “yansıma” ya da “yansıtma” olma dönemini de aştı gitti. Bir dışavurum! Belki… Bir tanım yapabilmek için nelere el atma gereği duyuyor insan.

Ama şu “dışavurum” tamlamasında bir iş var gibi gelir bana. Çünkü daha çok bir “dışavurum”dur, her eylemden çok buna yakındır roman; ama yalın değil, bileşik. Karmaşık, hatta karışık. Kişinin, yaşamı alması, algılaması, daha yerinde bir sözcükle, çözümlemesi gerek önce. Bilincini, bilinçaltını doldurması gerek. buradaki “yaşam” sözcüğünü sesli okuyalım; tekil değil “çoğul”dur, yılların birikimini kapsar. Hem de sadece akıp gitmişi değil, akmakta olanı… Öyle dolar ki, biraz resimsel düşünüyorum burada, bastıkça oynayan bir toprakta gibidir, altı sudur sanki, bıngıldar durur. Bir yeraltı gölü. Romancı, tulumbanın sapına yapışıp pompalayabilirse, o yeraltının pırıl pırıl, şırıl şırıl, gümüş sularını fışkırtabilir, dışa vurabilir… Kim bilir kaç kez girişti, ucu taşa geldi. Kaç kez acı su geldi. Kaç kez sadece bir tıss, fıss; sadece bir boşluk, yokluk! Şansa bağlamak istemem, bir basmada şar şar akıtan “şans”lılar da az değildir.

Şöyle toparlanabilir sanırım: Akan ve akmakta olan yaşamı, bilinçaltından ve bilinçten geçirip dışa vurma işidir roman. Hem bireysel, hem toplumsal boyutları olan bir yazı türü. Bir imbikleme… Pembe beyaz yapraklardan gülsuyu ve gülyağı çıkarmak gibi. kara zeytinden o sapsarı yağı çıkarmak gibi… Bilinçaltından ve bilinçten geçirme dedim ya, “geçirmek” sözüne de önem veriyorum; bu “geçiş” olmazsa olmaz. Onun için derler ki, yargılama tutanakları roman değildir. Elbet değildir. Çok insan söyler: “Yaşamım roman!” Değildir, gerçekte “gibi”si düşmüş bir cümledir bu; benzetmedir. Bir yaşamın romana benzemesi başka. Roman olabilmesi için yazılması gerek; bir romancının bilinçaltından, bilincinden geçerek gerekli estetik biçime ve biçeme ererek yazılması…

Niçin bilinçaltı ve bilinç sözcüklerini sık kullanıyorum: Çünkü ne tümden bilinçaltı fışkırması, ne de yalnızca bilinçli bir çabadır roman. Belki bilinçaltının payı büyük. Çünkü romancı oraya çok şey atan, iten insan bence. Oradan pompalıyor, ama bilinçten geçiriyor. Belki çocuklukta, biraz da erken gençlik yıllarında bilinçsiz ya da bilinç düzeyi düşüktür sanatsal dışavurumların. Ama ondan sonrası bilinçlidir artık.

Yaşam, bilinçten bilinçaltına iner. Orada mayalanır, dinlenir, değişir. Etkisi derin, yankısı geniş toplumsal olayların 8-10 yıl geriden gelerek romanlaşması bu yüzdendir. Bilinçaltı biriminin değişerek bir biçim bulması, bir sanatsal anlatım biçimine erişmesi şipşak olmaz. Hatta sadece bir fışkırma da sayılmaz, “birdenbire”lik yoktur onda. Diyelim “esin” gibi bir belirtiyle ucu görünen konunun oradan dışa alınması da zaman alır. O evrenin de romanına, romancısına göre birkaç yılı vardır. Uç veren bilinçaltı birikimlerini kısa sürede yazıp ortaya koyan sanatçıların yazdıklarında bir sığlık, bir yalınkatlık sezmez miyiz? Önce yazdıklarıyla sonra yazdıkları arasındaki o çok benzerlik, hatta tekdüzelik neyin nesidir? Georges Simenon’un, Agatha Christie’nin adları çok roman yazmış olmakla anılır. Ne kadar biribirinin şablonudur o romanlar! Bir de Tolstoy’un, Faulkner’in, Gorki’nin kaçar roman yazdıklarını düşünelim.

İşin sanırım en can alıcı yanı şurasıdır. Burada her yiğidin ayrı bir yoğur yiyişi, her yosmanın ayrı bir sakız çatlatışı vardır. Ben günlük tutmam ama not tutarım. Bir sürü gereci, ayrıntıyı; çağrışım, gözlem, dinleme, duyma yoluyla ufak ufak kağıtlara yazar biriktiririm. Biçim ararım… Yılanların Öcü’nü önce bir küçük yazı olarak yayımlamıştım 1956’da. Isparta’da çıkan Demet dergisinin derlemelerinde vardır. O yıllarda böyle bir yazı türüne çalışıyorduk arkadaşlarla. Köy gerçeklerini öykü boyundan küçük yazılara döküyorduk. Kalkıp Sivas’a, Hafik’e gittim. Döndü durdu kafamda Bayram’ın kuzusu, köy odasında döğülüşü. Ve Irazca ailesinin yaşamındaki yılan motifi! Yılanın yılanken öç almaya davranması, buna karşılık insanın pısması, bu pısmanın kınanması…

Oralarda iki yıl kaldıktan sonra asker oldum. Hafik’in Asarcık köyündeki Mahmut’un döğülmesini, bizim Akçaköy’de arkasızlığımız yüzünden evimizin önüne ev yapılmasını durmadan düşünüyor, iplik iplik örüyordum. Yedek Subay Okulu altı aydı o zaman. Piyadeydim. Tek er eğitimine çıkıyorduk. Açık havada tüfek çatıp çökerek ders dinliyorduk. Anlatılanlardan sınava çekilecektik sonunda. Bir cep defteri almıştım, önemli bilgileri yazıyordum. Ama bir yanından da Yılanların Öcü’yle ilgili notlara başlamıştım. Defterin yarısında iki not türü karşılaştı. Balgat sırtlarında koşarken, gece yürüyüşlerinde giderken hep roman düşünüyordum. Sinemaya gidiyorduk, kitap okuyorduk, her çağrışım, her düşleme, yeni bir ayrıntıyı getiriyordu. Not etmesem uçar giderdi o hayhuy arasında.

Bazı arkadaşlar bir tür kahramansılıkla, hiç not almadıklarını söylerler. Ama “alim unutmuş, kalem unutmamış!” demezler mi? Özenle not alırım ben. Alır, zaman zaman okurum onları. “Irazca Üçlemesi”nin üçüncü romanı olan Kara Ahmet Destanı üstüne notlar almaya 1962’de başlamışım; 1976’da yazdım. aradaki 14-15 yıl, alınmış notlarla doludur. Bir zarf; gittikçe kabarır. En “mikro ayrıntı” not edilir, konur içine. Birinde Burdur’daki köyüme gidiyordum çalışmaya. Yedi saat çeker Ankara-Burdur yolu. Zarfı önüme aldım, başladım okumaya. Afyon, Sandıklı, Dinar; hâlâ bitmemişti notlarım. Yazmaya başlamadan kim bilir kaç kez elden geçiririm… Nedeni şudur: İyice sinsin kafama; çok iyi yoğurabileyim!

Yazarken bakmam notlara. Yazma evresine geldiğimde çok aşmış olurum bunları. Bu okumalar, yapının kurulması, kişilerin doğması, kişiler arası ilişkilerin düzenlenmesi, romanın “mesaj”ının, hatta ilk cümlesinin, son cümlesinin belirlenmesi sırasında işe yarar. Oturur bir de plan yaparım. Dört beş kez, yeniden yeniden yazarım bu planı. Her yazışta gelişir. Sonra korum önüme, ama çoğu zaman bakmadan yazarım. Küçük kağıtlara günlük planlar yaptığım da olur, arada bir denetim için onlara bakarım. O şişkin notlar, o geniş plan; hepsi beni hazırlamışlardır sadece…

Kesiksiz, sürekli bir anlatımla romanımı artık dışa vurabilirim, yazabilirim. Bunu gündelik koşullar içinde yapabileceğimi sanırdım. Denedim, olmadı. Bunca hazırlanmadan sonra, hiç değilse bir ölçüde “mekanik” olmalıydı bu iş. Madem ince ayrıntılı bir plan da var, günün öteki işlerinden, ilişkilerinden artan zamanlarda oturup ikişer üçer sayfa yazıp gitmeliydi insan. Olmadı. Bu evrede, araya giren her iş ve ilişki, romanı engelledi bence. Haberli ya da habersiz gelen konuklar, günlük yaşamın zorunlu ilişkileri, çarşı pazar, öğretmenlik, sendikacılık; engelledi. Bu evrede benim kesiksiz uzunca bir zamanım olmalı. Kimse girmemeli, kimse elimden almamalı o kesiksiz zamanı. Ayakaltı, yol uğrağı olmayan bir köşede çalışmalıyım. O köşede her halde romancının “cennet köşesi”dir. Sabah 08:00’de işe hazır olurum. Akşam beşte altıda bırakamam. Belki en verimli saatler bunlar olur. Gün boyu oturup masanın başına, bir iş çıkaramamışsam, günlük çalışmam gece yarılarına kadar uzayabilir. Yatıp uyumalı, ertesi sabah sekizde gene çat çut’a başlamalıyım. Bir ay, yirmi gün, ne kadar sürede biterse o kadar sürede, kesintisiz yazmaktır bu; “tulum çıkarmak” derim ben.

Araya başka işler ve ilişkiler katmamış olmanın yararları vardır. Yığıntıları önler, tempoyu ayarlar bu yöntem. Ne yazdım, ne yaptım, ne yapacağım; daha gün ışığında, daha açık seçik görünür. Ve sıcağı sıcağına bir çalışma olduğu için soğumaz insan. Bir çeşit “anıt”tır hem de bu. Tembellikler, makinenin başından kaçıp gitme eğilimleri bastırılmış olur böylece.

Çoğu romanlarımın karalamasını böyle yapmışımdır. Bir atılımda bitmeyenler, kısa bir arayla, ikinci atılımda mutlaka bitmelidir. Yılanların Öcü, Kara Ahmet Destanı, Köygöçüren, Keklik, Onuncu Köy, Kaplumbağalar ikişer atılımda biten romanlarımdır. Irazca’nın Dirliği, Amerikan Sargısı, Tırpan birer atılımda bittiler. Şimdi elimde Yayla var, onu da bir atılımda yazıp bitirdim. Tonguç Baba’yı 1967’de yazmakta iken uzunca bir ara verdim, öyle kaldı; toparlamaya çalışıyorum.

Sanırım ilk karalaması yapılabilmiş roman, büyük ölçüde kurtulmuş romandır. Ötesi, benim düzenimde işçiliktir. Bu işçilik uzunca bir “dinlendirme”nin sonunda başlar. Bir ölçüde kendi romanıma yabancılaşmış olurum dinlendirmekle. Ayrıntıları unuturum. Elde kalem, gene elden geldiğince kesintisiz yapmak isterim bu işçiliği. Katmalar çıkarmalar olur. Dilin ne kadar kılçığı varsa atılır. Romana biçim, anlatıma biçem bu evrede verilir. Bitince temize çekebilirim. Kimi zaman bir yazman olsa da o yapsa bu işi diye iç çektiğim olur. Günde 15 sayfa yazsan bir aya yakın zaman alan bir tak tuk’tur bu. Üstelik iki parmakla yazarım ancak. romancı olacaklar, her halde on parmakla yazmayı öğrenmeli vaktinde. Bir romanı yeniden yeniden yazmanın çıkar yolunu verir bu. Bir ay başka iş yapmadan bu çat çut’u yaparım. Bu sırada gene irili ufaklı düzeltmeler olur. Onun için bir yazman değil, yazar kendisi yapmalı bu işi, derim.

Sonra gene kalem elde, bir çalışma daha! Belki son çalışma olabilir bu. Fazlalıklar, akışı engelleyen takıntılar bu çalışmayla giderilir, atılır. Atılır diyorum ya, bakmayın; çok kılçık kalır gene de. Bunları roman basıldıktan sonra fark ederim. Tüm dikkatle, adeta beş duyumla çalışarak gidermeye savaştığım kusurlar birer birer görünür gözüme. Basılmış romanlarımı ilk okuyuşta ezim bozum olurum genellikle. Bana görünen kusurları elbet okurlar da görmüştür diye ortalara çıkamam. Bunu önlemek için dizgi düzeltmelerini de kendim yaparım; gene de kaçar.

Başka arkadaşların çoğundan ayrı olarak, her yeni baskıda, elden ve gözden geçirme işini sürdürürüm. Haylaz öğrencinin yazı ödevi gibi çizik çizik olur o yeni baskıya hazırlanmış “kitap”! O zaman anlarım ki bu iş bitmez. Bin yıl yaşasam, bin kez basılsa gene yaparım. Bunun benimle ilgili olmayan nedenleri de vardır. Bizde dil, dilden önce düşünce, düşünceleden de önce yaşamın kendisi hızlı bir devinim içinde; bundan dolayı hızlı bir değişimi yaşayıp gitmekteyiz. Her yeni baskıda dile ve anlatıma yeniden çekidüzen vermek gerekir. Bir okur, okuduğu romanı dönüp bir daha okumaz belki. Ama, diyelim ki Yılanların Öcü’nün 1960’lardaki okuruyla 1980’lerdeki okurları biribirinden başkadır. Okurlar da birey birey ve toplu olarak değişmektedir. Yeni okurlar için yeni baskılar adeta birer yeniden yazma olmalıdır. Değilse bir kitabın yeniden basılmasının “ticaret” dışında ne amacı olabilir? Ticaretse sanattan ayrı bir konudur bence.

Dikkat ettiğim noktalar vardır. Adına kadar, kişi adı, yer adı, romanın adı; hepsi inceden inceye düşünülmüş olmalı derim. Hiç bir sorunun çözümünü rastlantıya, gelişigüzelliğe bırakmak istemem… Bir romanımın ötekine benzemesin isterim. O yüzden kılı kırka yararım… Her ayrıntı çağrışımla, her çözüm konuşup görüşmeyle gelmez. Aylar süren okumalar gerekir, Köygöçüren için uzun uzun, yeraltı suları, Orta Anadolu iklimi, sondajcılık, sulu ve kuru tarım konuları inceledim, pek çok rapor okudum. Amerikan Sargısı ve Kaplumbağalar için üst üste geziler yaptım. Yayla için Tarih Kurumu’na, müzelere gidip geldim, arkeoloji çalıştım. Hastanelerde gözlem yaptım. Dağlarda, yaylalarda yaşadım. Uzaycılık üstüne kitaplar okudum. Bunların olabileceğini sanmıyorum.

Gün geçtikçe, çağ değiştikçe, değişen okura anlamlı gelecek romanlar yazabilmek için, işi ciddiye alan, çalışkan romancılıklar gerekmektedir. Belgesellerin ilgi görmeye başlamasını buna bağlıyorum. Artık belgesiz, bütünüyle imge ürünü romanlar yazılmayacak, okunmayacak anlamına değil bu. Her halde her yapıtın halisini arayan, kılı kırka yaran; kılı kırka yarmayan yazarlara yüz vermeyen okurlar dönemidir önümüzdeki. O yüzden yazarlıklar içinde romancılık, artık bir “meslek” olmalı, romancılar kendilerini sadece bu işe adayabilmelidir.

1963’te Jamaika’da bir Amerikan romancısı görmüştüm. Ünlü biri değildi. Bir hafta süreyle kaldığım pansiyonda üç aydır kalıyordu, daha da kalacaktı. Geniş bir bahçenin içinde, düzayak ve rahattı pansiyon. Romancının bir odası, banyosu, balkonu vardı. Önünde güller, zakkumlar, yazıyor yaşıyordu. Kingston’da pek ahım şahım, hem de görkemli değildi yaşam, ama sessizlik ve ılımanlık hoştu. Üstelik ucuzluktu Amerika’ya kıyasla. Tam bir çalışma köşesiydi, bilmiyorum nasıl bulmuştu…

1965’te Bulgaristan’da, benden çok yaşlı bir romancının Georgi Karaslavof’un konuğu oldum bir akşam. Sofya’ya 10 kilometre kadar uzaklıkta, Rila dağının eteğinde, 14 dönümlük bir bahçenin içindeydi evi. Bahçeyi tarımcı olan eşi düzene sokmuştu, o bakıyordu. Pırıl pırıl, fabrika gibi bir evdi. Kapıda otomobil, şoför, salonda telefon… Alt kat yemek ve ortak yaşama katı, orta kat yatak odaları; yazarın çocukları, torunları, bacanağı baldızı… Üst kat ise çalışma katıydı. Yazı odasından başka okuma odası ve ayrıca not alma odası vardı. Kitaplığı vardı. Elektrikle ısınan bu evde, çalışma katındaki masalar, koltuklar, her şey insanı çalışmaya çağırıyordu. Baldızı yazmanlığını yapıyordu. El yazısıyla hazırladığı karalamaları daktilo ile temize çekiyordu. Düzeltmelerden sonra gene çekiyordu. Kitaplıklarda, arşivlerde araştırma yapacak yardımcıları vardı…

Macaristan’da Ernö Urban’ın çalışmasını gördüm. Balaton gölünün kıyısındaki bahçeli şirin evinde, düş kadar güzel bir ortama kurmuştu masasını. Yurttaşlarının hayranlığı arasında arka arkaya verip duruyordu yapıtlarını. 10 milyonluk ülkede 50-60 bin basıyordu kitapları. Bir ay sonra arasan bulunmuyordu kitapçılarda…

Gören arkadaşlar Konstantin Simonov’un ailesiyle yaşadığı daireden başka, aynı bloktaki çalışma dairesini anlattılar. Yazmanı, yardımcıları…

Yaşamdan kopmak, toplumdan soyutlanmak değildir bunlar. Olgunluk çağına kadar girip çıkmadığı iş, çekmediği çile kalmamıştır. Karaslanof’un da, ötekilerin de. Şimdi verim dönemine gelmişlerdir. Biz Orhan Kemal’e böyle böyle bir on yıl verebilseydik, neler yazardı… Toplum bizdeki gibi kitaptan soğutulmuş değilse her ülke yazarlarını bu olanaklara kavuşturabilir. Hatta Türkiye’de bunların daha iyisi olur. Olanlar bile, olanaksızlıklar içinde olmaktadır. Yazarlarımızın elverişsiz koşullarda yapabildiklerini küçüksemek zordur. Halkımızınkiler gibi sanatçılarımızın da sorunları çözüm bekliyor. Yaşam, çağdaş ve olumlu bir düzeye erdirildiği zaman sanatçıların verimi bugünkünden bambaşka olacak. Kaldı ki, bugünkü romancılar dünkülerden olanaklıdır. En büyük yetenekler ve çalışkanlıklar, olanaksızlık, ilgisizlik, hatta düşmanlıklar ortamında eridi gitti geçmişte. Bir Danıştay duruşmasında bakanlık avukatı romancılığımı yüzüme kaktığı zaman sadece gülümsediğimi anımsıyorum. “Bu romanları yazan adam öğretmenlik yapamaz!” sözünü de bakan yüzüme söylemişti…

Her insanda yaptığı işi abartma, onu olduğundan zor gösterme eğilimi vardır. Benimki de biraz böyle oldu galiba. Bir roman ya da romancı günlüğü tutabilseydim, nasıl çalıştığımı, romanlarımı nasıl oluşturduğumu daha somut gösterebilirdim; belki! Ama zararı yok. Sanırım olumlu, olumsuz, romanlarımız da üstlenebilir bu görevi…

Yaratıcı Yazarlık 154 Adet Yazı
Yaratıcı Yazarlık, esasında birçok kişinin kafasındaki yazar imajının kendisidir. Yani kurguladığı veya gerçeğe dayalı bir konuyu kurgulayarak roman, hikaye vb. edebi türde ifade etmen uğraşı. Yaratıcı yazarlar sıklıkla “tıkanma” veya “kısırlaşma” denilen dönemlere girerler. Yazarken zorluk yaşarlar. Bu zamanlarda onlara yol gösterecek teknikler, moral verecek alıntılar ve fikir verecek yerli veya yabancı yazarların deneyimleri bu sitede Türkçe olarak yer alacak.

İlk Yorumu Sen Yap!

Yorum Yap!